2 Kasım 2016 Çarşamba

Kum taneleri

Zaman...Akıllara gün, ay, yıl ve buna benzer dilimleri getiren tuhaf kavram. Bence zaman çok belirsiz, sonu yokmuş gibi. Bunu insanların zamanı somutlaştırma isteğiyle de kanıtlayabilirim. Zaman denilen şey o kadar uçsuz bucaksız ki insan elindeki imkanlarla onu parçalara ayırmak istemiş. Bütünün belirsizliğinden korkup parçaya sahip olmak istediğindendir belki, kimbilir. Ve belki de bu istektir zamanın gizemini, onu sayılara hapsederek ondan acımasızca çalmaya çalışan.

İnsan aklı sadece duyularıyla kanıtlayabildiği şeyler hakkında şüpheye düşmez. Sizce zamanı da bir şekilde elle tutulur hale getirme çabasını başka şekilde açıklamanın yolu var mı? Bence yok. Çünkü insanın hep acelesi vardı, hep bir şeylere geç kaldığını düşündü. Bu telaş içinde bir de belirsiz, sınırı belli olmayan bir şeyle mi uğraşacaktı? Tabii ki hayır. İşte bu yüzden, onu kesip parçalayarak zamana hükmedeceğini düşündü. Ama yanıldığı bir nokta vardı: Zaman geçiyordu fakat insanda bıraktığı izler geçiyor muydu? Burada işte aslında kalan izler değil, zamandı intikamını alan bizden. Bir anınızı hatırladığınızı düşünün örneğin. Size verdiği duyguyu hatırlarken, atıyorum, 23 kasım tarihinde çok mutluydum mu diyeceksiniz yıllar yıllar sonra yoksa o zamanlar mutluydum mu diyeceksiniz? Sayılar unutulacak elimizde bir tek zaman kaldığında. Biz istediğimiz kadar hükmettiğimizi sanalım, zaman bir yolunu buluyor, bulacak da. Bizi esrarına ortak edecek bir noktayı yakalıyor ve sahibiyiz derken esiri oluyoruz. Sinsice, evet fakat bundan kaçış yok. Gerçekten. 

Bana bir tek şans verilse ve hayatımdan yeniden yaşayacağım bir kesit seçmemi isteseler, samimiyetimle söylüyorum bunu yapamam. Tek bir gün bile olsa. Zaman hayatın bütününü oluşturan tutkal gibi. Aradan cımbızla bir günü seçsem, dününe ve yarınına yaptığım en büyük adaletsizlik olur bu. Şimdi geriye bakınca, bugünün gözüyle, "hiç mi gelmesini istemediğin yarınlar olmadı, hiç mi keşke sadece o anı yaşasan dediğin olmadı" diye soranınız olacaktır. Elbette oldu, oluyor da. Ama farz edelim ki döndüm, sadece o ana sıkışmışlığımın hesabını ruhuma nasıl veririm? İnsan dediğin her şeyi affedebiliyor ama kendine yaptığı haksızlığı unutamıyor ve ben bu riski artık göze alabilecek kadar cesur biri olduğumu düşünmüyorum. 

Bazen düşünüyorum da zamanın sabırla bir ilgisi mutlaka olmalı. İnsana beklemeyi öğreten en temel şeylerden bir tanesi. Aslında sabretmekle beklemek arasında da bir fark var. Sabırda tahammül var çünkü ama bu başka bir konu şimdilik. Şu an bu gece vaktinde, güneşin doğmasını isteyelim, hadi. Zaman kelamsızca sizle dalga geçerek, "sen kim olduğunu sanıyorsun, sırası var, bekle" diyecek. Sırası var... Zamanın bana göre en önemli görevi bu işte. Bizim için görünmeyen bir kudret tarafından belirlenen şeylerin sırasının ne olduğunu bize hatırlatan araç aslında kendisi. Yoksa gecenin gündüzü takip edeceğini bile nerden anlayabilirdik? 

Zamanın en iyi arkadaşı hafıza bence. Nasıl geçtiğini ve bizim onun karşısında durmak için verdiğimiz asılsız çabayı bize gösteren yeteneğimiz. Hatırladığımızda "siz şöyle durun ben sadece şu günleri heybeme alıp yoluma devam etmek istiyorum" duygusuna kapılmamızı sağlayan ama aslında canımızı yakan yanımız. Benim gibi faili meçhul hayatlar yaşayan biri için, bir daha asla sahip olunamayacak şeylere özlem duymaya sebebiyet vererek içimizde bir şeyleri öldüren görünmez katil bile denebilir. 

Evet, zaman içinde bazı anlar vardı, son vereni ben olsam da benden hiç kopmamış olmasını dilediğim. Sonra anladım aslında istediğim şey rüzgarda elimden kayıp giden kum tanelerini yakalamaktı. Buna mümkünü olmayan bir hakimiyetin peşinde umarsızca koşmak da diyebiliriz. 

 Ben de -belki de sonsuz- esaretimin tadını çıkarmaya karar verdim.






3 Eylül 2016 Cumartesi

Tefekkür ve tekamül

Düşünmek... Yıllarca okullarda insanı diğer bütün canlılardan ayıran özelliklerin başında gelen şey olarak aşılandı bizlere ve biz de bununla çoğu zaman gurur duyduk. Lakin eksik bir şey, bizden gizlenen bir şey vardı. Kimse çıkıp demedi ki "Çocuklar acı çekeceksiniz, evet, düşündükçe acı çekeceksiniz ve buna hazırlıksız yakalandığınız zaman da adeta gök kubbe başınıza yıkılmış olacak. Bu külfete kendini hazırladığına kanaat getirenlerinizin de bu acıdan kaçışı olmayacak çünkü farkındalık iliklerinize kadar işledikten sonra geriye dönebileniniz kalmayacak. Aslında bu hiç de karlı bir anlaşma olmayacak, hazır olsanız da olmasanız da yine yanan sizin canınız, acı çeken sizin ruhunuz olacak." Bence hepimiz bu açıklamayı hakeden çocuklardık. Evet, belki çoğumuz bunun ne olduğunu o yaşlarda anlayamacaktı ama bana kalırsa bizden saklanan bu gerçeğin altında yatan sebep bizim bilişsel yetersizliğimiz değildi. Öğretmenlerimizin de hayatta beklentisi ortadaydı, yaşadıkları hayat belliydi ve bize bu gerçekten hiç bahsetmeyerek -kastî olduğunu düşünüyorum- iki yüzlü bir davranıştan kaçındıklarını tahayyül ettiler. Zaten ancak tahayyül edebilirlerdi, çünkü felek çarklarını sadece onlar değil için hepimiz için ayrı ayrı çeviriyordu. Bazılarımız için çarkın dişlileri ahenkle dönerken, bazılarımız bundan nasibini alamamış, çarkı tamir etmekle zamanımızı harcayan varlıklar oluyorduk ve buna büyümek diyerek hepimizi kandırıyorlardı. Büyümüyorduk. Acı çekiyorduk, sadece olayların ve kişilerin ismi değişiyordu ama tanıdık acılarla başbaşa kalan biz oluyorduk.

Bana sorarsanız insanı diğer canlılardan ayıran şey düşünmek değil temelde. Dönüşebilmek. Salt düşünce yeteneğiyle alabileceğiniz yol belli çünkü. Üstüne bir de kişiye verdiği acıyı göz önüne alacak olursak, insan bundan kaçmayı arzularken ister istemez bir şeylere dönüşüyor. İyiye ya da kötüye, fark etmiyor. Bu noktada düşüncenin bir araç olduğunu asla inkar edemem fakat eğer gerçekten bir şeyler için gururlanacaksak bunun düşünme yeteneğiyle değil de bunu kullanarak asıl amaca, dönüşmeye ulaşabilmekle olduğunu düşünüyorum. Şu son kurduğum cümlede bile "dönüşme" kelimesinden sonra "ulaşmak" kelimesini kullandım. Peki neden? Sebebi çok açık, içinde bir amaç barındırıyor. İçimizden hiç kimse "bugün de şu kadar düşündüm ve amacıma ulaştım" demez, diyemez. Hangi doktor bizlere "her gün mutlaka yarım saat düşünme bünyenize iyi gelir" diye bir telkinde bulunuyor? Mantıksal olarak saçma bir kere. Düşünmek içinde böyle gaye barındıran bir eylem değil çünkü. Dönüşmekte ise belli bir süreç var düşünceyle beslenen ve iyi malzemeyle beslenirse içinde bir sürü kazanımı barındıran. İşin açıkçası dönüşmek kötü malzemeyle beslense bile her türlü bir kazanımı beraberinde getirir. İyiye ya da kötüye dönüşmek, uğrunda sebat gösterdiğiniz amaçlar doğrultusunda gözünüzü bir an bile kırpmamayı öğretir insana. Kötü birine bile dönüşseniz serüveninizi tamamlamış olursunuz. Tamamlamak sanırım buraya uymayan bir ibare, zira dönüşüm nihayete eren bir süreç değil ki. Bunun sebeplerinden biri de size belli bir süre içinde bir sabah uyandığınızda artık yeni güne değişmiş biri olarak uyanacağınızın garantisini veremiyor olmam. Dönüşmek yavaş yavaş olan ve bu yönüyle gözünüzün önünde ama bir o kadar size uzak gelen bir olgu. Aksini iddia etmem için saçların bir gecede beyazlaması gerekirdi. 

Kendime şöyle bir baktığımda ise neye dönüştüğümü bilmiyorum ama neye dönüşmek istediğimi biliyorum ve bunun üstüne düşünebiliyorum. En azından bir yerden başladım. Bunun sonunda belki " evet, tamam ben artık oldum" demeye ömrüm yetemeyecek. Klavyenin bir sonraki tuşuna basabileceğimin bile bir garantisi yokken uzun vade için vaatler sıralayarak güvenilirliğimden ödün vermek istemem doğrusu.

Öyle gözüküyor ki, aşılması güç yollarım var sarp kayalıklardan ibaret. Sadece benim geçebileceğim kadar genişliği olan yollar. Bu daracık yollarda, bedenim ve ruhum arasındaki geçitlere kocaman taşlar düşmüş, geçilmeyecek kadar derin oyuklar açılmış gibi. Bunları tekrar 'bir' haline getirebildiğim zamana varabilmeyi çok istiyorum. Yapabilir miyim? Emin değilim ama şayet yapabilirsem o anda dönüşmüş olduğum kişinin hayali bile yoldan dönmemem için bir sebep. Ama size bir sır vereyim mi? Asıl sebep kendimi kaybetmiş olmam. Kendimi arıyorum çünkü onu çok özledim.

26 Ağustos 2016 Cuma

İtimad

Güven... Düşüncesi bile insanı rahatlatan o müstesna his... Bir insana "hala benliğimi kaybetmemişim" dedirtecek kadar da güçlü aynı zamanda. Ayrıca güven beslediğiniz şeyin niteliği de önemli değil hani. Bir insana duyduğunuz güven de olabilir, çok sevdiğiniz bir kolyenizin size getirdiği uğura karşı beslediğiniz güven de. Önemli olan bir kere tattığınızda ya da tattığınızı sandığınızda onsuz yaşayamayacak olduğunuzu anladığınız an. Nefes alıp vermek gibi bir şey. Hayatınızdan nefesi çıkardığınızda geriye avuçlarınızda ne kalacaksa güveninizi de bir kere kaybettiğinizde elinizde kalacak olan o oluyor.
İnsanların hayatından söküp atılamayacak kadar önemi varken, neden hepimiz hala güvensiziz diye hiç düşündünüz mü? Ara ara düşünüyorum ben mesela, kendi hayatıma bakarak biraz da. Vardığım sonuç şu ki: güven har vurup harman savrulacak kadar bol ve kolayca bulunan bir şey değil. Keşke öyle olsaydı ama değil. Bu yüzden de geçmişte yaptığım bu müsrifliğin diyetini de zaman zaman hayata karşı güvenimin kırılmasıyla ödedim. Fakat her şeye rağmen öğrendiğim bir şey oldu, artık "yine olsa yine yaparım gözü karalığı"ndan sıyırdım kendimi. Kabullenmesi oldukça zor ve acı verici oldu ama öğrendim. Bunun da iki türlü kazancı oldu benim için: beklentisizlik ve gereksiz özverilerden kaçınma.

Evrende her şey zıttıyla var oluyorsa, güvenin zıttı nedir, desem herkesten farklı cevaplar alabilirim. Ama bana göre güvenin kanlı düşmanı ihanettir. Hayatta bir kere bile sırtından vurulmamış ya da böyle hissetmemiş bir insan güvenin kıymetini anlayamaz. Mümkün değil. O hayal kırıklığını, o dünyanın başına yıkılmışlık hissini tatmadan nasıl anlayabilir? Bunları tatmışlar için de tam o anda en ihtiyacı olan şey tekrar güvenebilmek, bir kere kaybetmiş nasıl tekrar inşa etsin? Bu yüzden güven güçlü olduğu kadar da nazik bir duygu.Bir kum tanesi bile değse yıkılabilecekmiş gibi... Tabii bu durum güvendiğiniz şeye ne kadar bağlandığınızla da alakalı bir durum. Bazısını kum tanesi bile yıkarken bazısına kocaman kayalar işlemeyebilir. Ben hep ikinci tarafı seçmiştim ve yine söylüyorum ki böylesi aşırılıktan kimseye bir fayda gelmiyor. İnsan yine kendiyle kalıyor. İnsanın nazı ancak yine ve sadece kendisine geçiyor çünkü.

İçimde son bir şey kaldı. Gerçekten güvendiğinizi sandığınız ya da güvenebileceğinize inandığınız insanların ihanetle kardeşlik bağı olduğunu görünce içinizde başka başka boşluklar oluşuyor. Kapatmak için de uğraşmayın, kapanmıyor.


22 Temmuz 2016 Cuma

Muhakeme

İç hesaplaşma... Herkesin uyuduğu bir evin camından bakarken bir kulağını da sessizliği bozan cırcır böceklerinin sesine veren biri için yapılabilecek en yerinde işlerden... Düşünsenize yerinizden bile kımıldamadan sorunları çözme yeteneği bahşedilmiş ve bizlere de bence bunu sonuna kadar kullanmak düşüyor gibi.

İnsan başkalarından kaçabilir belki ama kendisinden paçayı asla sıyıramaz. Hem zaten geceler de bence bu kaçma çabasının önüne çekilmiş bir set. Başınızla yastığınızın arasındaki mesafede bu kaçıştan karlı çıkabileceğinizi düşünüyorsunuz. Buna yanılgı mı desem avuntu mu, bilemiyorum. Ama elle tutulur bir yanı yok sadece ondan eminim. Neyden kaçabileceğinizi düşünüyorsunuz ki? Düşüncelerinizin ya da -bir adım daha ilerisini düşünecek olursak- vicdanınızın sizi rahat bırakacağını mı sanıyorsunuz? Saçmalık. İşte kaçışın mümkün olmayacağı bu gibi durumlarda olayları kabullenip "kendi payımıza düşeni ne kadar hakettik" sorusuna tatminkar bir cevap vermemiz olayın kilit noktası. Bu kilidi açacak şey de kendimize olan dürüstlüğümüz. Bu hem daha az acı veren hem de mantığımızı diri tutan bişey bence.


Diyeceğim şu ki, sizi ilgilendirmeyen birikmiş hesapları da bir yana bırakın. Ortada oynanacak bir oyun varsa bunun hakkını vermemiz gerek. Bu yüzden de içimizdekiyle arayı iyi tutmak, her yeni hesaplaşmada karanlık odaları aydınlatmak lazım. Çünkü, hayat sonuçsuz kalan duruşmaların verdiği acıları sindirmek için çok kısa.

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Sis

Belirsizlik... Buğulu bir camdan karanlık sokakları izleyen biri için, içinde bulunduğu durumu en güzel özetleyen kelimelerden biri. O an gerçekliğinden emin olduğu iki şey var: baktığı cam ve dışarıdaki karanlık sokak. Emin olamadığı tek şey var bu da o an sokakta neler olduğu. Çünkü camdaki buğu gözlerine gerçeği görmesini engellemek için bir sis indirmiş. Bence yaşadığımız hayatlar ve etrafımızdaki düzen de aynı buna benziyor. Duygularımız birer buğulu cam; düşüncelerimiz karanlık sokaklar ve başımıza gelen şeyler o karanlıkta sokaklarda göremediğimiz için önceden kestirmediğimiz, düzeni oluşturan olaylar yığını. Buna dayanarak da hayattaki asıl amacımızın gözlerimizin önündeki bu sis perdesini yok etmek olduğunu düşünenlerdenim.

Duygular ya da duygularla hareket etmek... Bana her zaman çok tehlikeli gelmiştir çünkü en ufak bir hatada onarılamayacak hasarlarla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bunun sebebi de yarattığı sis yüzünden görüş alanınızın en aza inmesi ve duvara toslama ihtimaliniz diyebilirim. Bu çarpışma sonucu hissedeceğiniz karmaşa sizi başka bir belirsizliğe sürükleyebilir. Her biri bir diğerini doğurabilir ve bu kocaman denizde boğulabilirsiniz ki yaşayan ölüler olmayı hiçbirimiz haketmiyoruz bence.

Düşüncelerimiz... Elimizdeki karanlık sokaklar gibi. Hepsi tek başlarına çok sessizler, biraz zorlasanız yere düşen iğnenin bile sesini duyar gibi olursunuz. Fakat o sokaklara başkaları girdi mi hepsi birleşir ve gürültülerinden uyuyamazsınız. Kimi bu yabancıya bi şans ver der, kimi hayır ne gerek var. Aslında burası duygularınızla düşüncelerinizin çarpıştığı ve sağ kalanın size yolu göstereceği bir yer. Benim tercihim düşüncelerin yolundan gitmek oluyor genelde çünkü üzülmekten yeterince bitkin düştüğüme inanıyorum.

Bitkinlik... Tükenmişlik... Yılgınlık... Bitkinliklerimi bir yana bıraksam tükenmişliklerim ben burdayım der, tükenmişliklerimden kurtulmaya çalışsam yılgınlıklarım kulakları sağır eden uğultuya dönüşür. Bu yüzden, bu üç kelimenin bende bıraktığı etki zamanla yerini umursamazlığa bırakıyor çünkü başka türlü bu büyük savaştan nasıl galip çıkarım, kestiremiyorum. Aslında bu etkilerin de birer sis kaynağı olduğunu düşünürsek, dışarıdaki hayatı tam olarak kavramak için tetikte olmak değil de cesur olup sıyrılmak gerekiyor ve bu sıyrılışın yolu bence boşvermişlikten geçiyor.

Belirsizliğin esareti, insanı içten içe kemirirken sadece şunu düşünüyorum: Yarın meçhul ama bugünden de emin değilim.

14 Haziran 2016 Salı

Berg

Yapraklar... Hayatımızın her yerinde onlarla karşılaşmak mümkün. Şöyle bir camdan bakınca bile gözlerimizin ilk buluştuğu şeylerden... Hatta hayatımıza öyle yer etmiş ki sıralı düz kağıt parçalarına yaprak demeye başlamışız. Takvim yaprağı gibi mesela. Ama benim için bu sıralı kağıt parçalarının oluşturduğu bütünlükte kitapların yeri tartışılmaz. Yıllarca bizlere okuyun dendi ama neyi, ne zaman ve hangi bakışla okuyacağımız hakkında en ufak bir ipucu bulamadım. Uzun arayışlarım oldu ve size hala net bir cevap veremem. Peki hiç mi bir şey öğrenmedim bu "uzun arayışlar"da? Elbette ki, benim de kendime göre çıkarımlarım oldu. Kendime göre diyorum, genellemeleri sevmem, en iyi arkadaşı peşin hükümdür ve böyle bir lüksüm hiç olmadı.

Benim gibi duygularını göstermekten imtina eden insanların en iyi arkadaşı olabilir kitaplar. Bir karaktere odaklanırım ve onunla beraber ben de oradan oraya sürüklenir giderim. Bazen düze çıkarız ki bu gerçekten çöküntü gibi yaşadığım zamanlarda en iyi psikologun 10 saatlik konuşmasına bedel olabilir. Düşünsenize okuduğunuz 1-2 satırla bazen koca hayatınızı sorgulayabiliyorsunuz. Bazen de böyle kocaman bir yumruk oturuyor boğazınıza. O an işte çok önemli. Yumruğun çözülmesine izin verip ağlamaya başlarsanız çaresizliğinizle başbaşasınız. Ha yok, yutkunup devam edebiliyorsanız da artık bazı şeyleri kabullenmiş oluyorsunuz. Yutkunurken canın yanmıyor mu diyenler de olacaktır, tabii ki acıyor ama her seferinde azalıyor. Zaten bu şekilde kabullenmeye alışıyorsunuz.

İnsanlar duvarlarla konuşmamak için yazıyı buldular bence. Karanlık gecelerde hangimiz duvarları izleyip içimizden kapanmamış hesaplarımızı kapatmak istemedik ki? Ama şu an kaçını hatırlıyoruz, hiçbirini. Oysaki bunları kağıtlara dökseydik en başta kendimizle yüzleşirdik. İşte bence yazarların da yaptığı şey bu aslında. Kendilerine arkadaşlar yaratıp tek tek bunlarla yüzleşmek. Bu yüzleşmede de bizi tanık ya da hakim olarak kullanmak. Peki biz buna layık mıyız? Bu noktadan emin olamıyorum bir türlü. Çünkü bazılarımız o kitabın sonuna gelmeden kapatıp bir köşeye koyuyor. Şu hayatta bence acının en saf hali yarım kalmışlıklarımızın bizde bıraktığı izler oluyor, bu yüzden hiçbir kitabı (3 istisna hariç) yarım bırakamadım. Eline ne geçti, mutluluğun sırrını mı buldun diye sorabilirsiniz. Buna cevabım hayır olacaktır. Ama her kitabın sonunda sadece anlık mutluluklar elde ediyorum, bu size bir süre nefes alacak alanı yaratan bir şey oluyor.

Bazen de kitaplardan kafamı kaldırıp etrafıma bakmak istiyorum. Sonuçta dışarıda dönen gerçek sandığımız bir düzen var. Gerçekliği bir yana dursun, bende bıraktığı etkiler cidden gerçeğe çok yakın şeyler oluyor. Mesela hesap sormak istiyorsunuz, kısmet olmuyor diyelim. Ya da içtenpazarlıkların içinde boğuluyorsunuz ama ispatlayamıyorsunuz. Bunun gibi şeyler. Bütün bunlar birikince artık umursamazlık iliklerinize kadar işliyor, bu sefer kendi alanınıza geri dönüp içeri kimseyi almadan kitaplarınızla başbaşa kalıyorsunuz. Bunun anlamı "ben hayatıma bu çizgiyle çevreledim, giremezsiniz" demek oluyor. Az konuşup, az gülüyorsunuz ama üzülmüyorsunuz da. Ne kar ne zarar.

Diyeceğim o ki, sadece bilgilenmek için değil de kendinizi bulmak için okuyun. Kitaplarda gün yüzüne çıkmayan içtenpazarlıklar, cezalandırılmamış suçlar ya da taçlandırılmamış mutluluklar yok. Sizce de bunlar hala içimizde umut beslememiz için sağlam sebepler değil mi?

6 Mayıs 2016 Cuma

Kayıp

Şöyle bir düşünün, içinizde kalan şeyler ne kadar büyük bir boşluk yarattı içinizde. Cevabın gerçekliği tamamen kendinize olan dürüstlüğünüzle orantılı. Şahsen benim içimde kapanmayan büyük boşluklar oluştu zamanla. Bu boşlukları önce kısa sürede oluşan kapanması mümkün olmayan yaralara benzettim. Yanılmışım, kapanmayan yara yokmuş. Asıl telafisi olmayan şey boşluk hissinin bütün ruhu kaplayınca peşinde getirdiği çaresizlik. Düşünün ya, saatler akıyor, ömür geçiyor ve geçirdiğiniz her günde bu boşluğun içinde biraz daha dibe çöküyorsunuz. Tam artık su yüzüne çıkmaya hazır hissediyorsunuz, ama bir şey oluyor bu sefer dibin de dibi varmış deyip karanlık boşlukların esiri oluyorsunuz.

Çaresizlik... Akıp giden, geçip giden hayatınızda en çok da mutlu olma ihtimalinizin elinizden süzülerek kayıp gitmesiyle boğazınızda bir düğüm olarak kendisini gösteriyor. Çoğu zaman da sebebi sizden kaynaklanmıyor, en çok da bunu kabullenemiyorsunuz. En azından benim için bu böyle. Bazen her şeyi durdurup niye böyle diye sormak istiyorum. Neden? Nasıl? Fazla merak acıdan başka bir şey vermiyor bir süre sonra. Hatta öyle bir boyut alıyor ki cevapsız sorularla karşılaştıkça asıl gerçeklerle yüzleşmeye cesareti kalmıyor insanın, ihtimaller sizi yutuyor. Sonra da bütün suçu kendinizde arıyorsunuz böylece en azından bir cevap üretebiliyorsunuz. En sonunda da düşündükçe içi ezilen ama dışarıya hiçbir şey belli etmeyen, insan olmayı hissetmekten vazgeçen bir "şeye" dönüşüyorsunuz. "Bir insanı öldüren bütün bir insanlığı öldürmüştür" sözü bence illa ki fiziksel olarak ölüme sebebiyet vermekle sınırlı değil. Çalınan umutlarımız, telef edilmiş muhtemel mutluluklarımız ve buna benzer daha bir sürü şey aslında teker teker bir cinayet. Ruhumuz öldü çünkü, kimse farketmeden hem de. Yavaşça, acı çektirerek yapıldı ve kimse cezalandırılmadı. 

Çoğu zaman bir saatin tik-tak sesinde aradığım adaleti bulmaya çalışıyorum. Her saniye o mutlak sona yaklaşıyoruz ve hesabımı kendimin soracağı günü bekliyorum. Bütün hesaplar kapandığı zaman diyeceğim son söz "ben bunu haketmemiştim" olacak. Sabır bizi terketmesin yeter ki...

29 Nisan 2016 Cuma

Lahit

Kim demiş zaman gözle görülür bişey değil diye? Yalan! Eğer öyle olsaydı, aynaya her baktığımızda, zamanın tek göstergesinin akreple yelkovan olmadığını yüzümüzde bıraktığı izlerden anladığımız an içimizi bir telaş, bir endişe, bir korku kaplamazdı.

Bu bahsettiğim korku herkeste farklı şekillerde tezahür edebilir. Bence asıl korku, her gün aynaya baktığımızda bize bakan yüze yabancılaşacak olma ihtimali. "Ben artık kendimi tanıyamıyorum" sitemi size yansıyan bir çift gözde kendinizi göremediğiniz zaman bütün benliğinizi kaplıyor çünkü. İnsanın kendine yabancılaşması, boş gözlerle bakması, ne acı...

Önce inkar, sonrasında gelen kabulleniş... Dostoyevski ne güzel demiş: "Aşağılık insanoğlu her şeye alışır" diye. Fakat, zamanın bende değiştiremediği tek şey, kendimi kimse için değiştirmediğim gerçeği. Çünkü o kimseler teker teker benim sahnemden çekildiler ve ben bu oyunda kendimle kaldım. Değişirsem, kendime yabancılaşırdım. Buna değmezlerdi. Bu haketmeyişi içimi insan mezarlığına döndürerek kendime ispatladım. Bir kere yaptım. Yetmedi. Bir kere daha, bir kere daha... Sonu gelmedi. İçimdeki mezarlıkta yer kalmayınca artık kimsenin nefesini nefesime katmak istemeyecek kadar yabancılaştım her şeye, herkese. Değişik şekillerde yargılandım da bunun için. Ama kimse bilmedi ki, içimi mezarlığa çevirirken diri diri gömdüğüm insanların üzerine attığım topraktı beni onlara yabancılaştıran. Ara ara bu toprakları iç yakan tilavetler eşliğinde sessizce döktüğüm gözyaşlarımla suladım. Bir aralık, bütün bunları unutup her şeyle barışmak istedim, ayaklarım hep mezar taşlarına takıldı. Tam bir ibret örneği... Zamanın benim için nasıl geçtiğini hiçbir zaman unutturmayan en sadık eşyamdı bu mezarlık...

Hayatınız bir yıkıntı hali aldığında yabancılaşmanın en can yakıcı şekli iliklerinize işliyor. Etrafınızda dönen dünyada bütün anlamlar buharlaşıyor. Bu saatten sonra enkaz yığınından yeni bir ev inşa etmek ne kadar mümkünse, içinizdeki ölüleri diriltmek de o kadar olası oluyor. Siz en iyisi bu mezarlığı büyütmemeye çalışın yoksa nefes alacak yeriniz kalmıyor, kendinizi özlüyorsunuz.


16 Nisan 2016 Cumartesi

Turab

Geçen her saniyenin bizi mutlak sona yaklaştırdığını bilmek, insana değişik bakış açıları katıyor. Bu dediğim bakmasını bilenler için geçerli tabii. İnsanın eşref'üş-şürefa tanımı da bence buradan geliyor. Düşünsenize, insandan başka hiçbir canlı aldığı nefesin bir sayısı olduğunu bilmiyor. Ne büyük rahatlık ama bir o kadar da anlamsızlık içinde kaybolan günler... Tabii bu insana mahsus bilincin, insan için kazançlı olduğu kadar sorumluluk yükleyen yönleri de yok değil. Hepimiz bu sayılı günleri "mutlu" olarak geçirmek istiyoruz. Tamamen nefsimizin aldatmacası... Bir kere mutluluğun belli bir tanımı ya da yöntemi yok ki uygulayınca mutlu olalım. Bence asıl mutluluk buradaki bu geçici şeylerin bir sonu olduğunu düşünerek insanın kendini ebediyete hazırlaması. Kaygı, tasa ya da endişeden uzak, huşu içinde bir hayat geçirmeye çalışmak için çabalamak. Bu çaba zaten size doğal olarak bir mutluluk sağlayacak hayattayken yüzünüze kapanan kapıları açmaya yarayacak anahtar bence.

Ebediyet... Zamanı geldiğinde herkesin tadacağı o kutlu sır... Bu sırra ermenin ilk durağı toprakla başlıyor. İnsanın toprağa olan bakışını hiç düşündünüz mü? Ben çok düşünüyorum. Mesela bazısı toprağı "başlangıç" olarak görür. İnsanoğlunun çamurdan yaratıldığına dayanan görüşe göre hiç de mantıksız bir yaklaşım değil çünkü dilinden anladığınızda size her türlü güzelliği sunabilir. Ama bir de diğerleri var ki, toprak deyince akıllarına önce korkutucu mezarlar gelir. Niye korkutucu dedim? Çünkü bu tür insanlar, kendilerini bekleyen sonun gerçekliğini kabullenmekten son nefeslerine kadar kaçacaklar.

Toprak... Anasır-ı erbaanın en gözde parçası. En çok da uyanan ateşleri söndürdüğü için toprağa hep ayrı bir gözle baktım. Aynı görevi su da yapabilir ama ben toprağın bu işte daha mahir olduğunu düşünüyorum. Zaten böyle olmasaydı insanlar, o saat geldiğinde, içlerindeki ateşin söndüğünü göstermek için toprağa gömülmek yerine suya atılırdı. Ateşleri uyutucu özelliğinin yanı sıra, ben en çok kokusunu seviyorum. Toprağa su değince gelen o koku hepimizin hayatında hoş hatıralar bırakmıştır. Bu kokunun sevilmesinin nedeninin sadece rayihasıyla değil aynı zamanda toprakla aramızda olan bağla da bir ilgisini olduğunu düşünüyorum. Toprak bizim bir parçamız ve kendini bize hatırlattığında o kokuyu özlemle içimize çekiyoruz. Şöyle bir düşünün, toprak kokusunu solurken, ona diğer hoş kokulara yaptığımız muameleyi yapamıyoruz.

Toprak, içinde başlangıcı ve sonu barındıran, varlık sebebi başlı başına bir tılsım olan sır... Böyle düşününce her gün ayağınızın altında olan şeyin, onu çiğneyesiniz diye size bahşedilmediğini hatırlayın derim çünkü bu dünyada size kucak açtığını bildiğiniz tek kesinlik orada yatıyor.

12 Nisan 2016 Salı

İnikas


"Bana gelince, merhamet ve adalet gibi kelimelere bir anlam bulamıyorum. Önce kimin merhameti ve kimin adaleti hak ettiği üzerinde anlaşmalıyız."
                                                                                    İbn Fattume'nin Seyahati'nden

Adalet... Nefes aldığı her an türlü haksızlara maruz bırakılmış insanlar için en büyük tesellilerden biri... Zaman zaman hakkında vehme düşsek de varlığının görünmez bir el tarafından idame ettirildiği dayanağımız... Aslına bakarsanız dünyada sahip olduğumuz en garip şey bence. Biri size bir kötülük yapıp canınızı yakıyor fakat siz buna sığınarak bekliyorsunuz. Bir yanınız, "nasıl yani yanına mı kalacak olamaz ya" diyor, diğer yanınız "bekle" diyor "sabret ve gör". Bu yol ayrımındaki seçiminiz bazen hayatınızı belirleyecek dönemeçe çıkartıyor sizi. İkincisini seçerseniz, nefsinize set çekip öylece bekliyorsunuz. Bu bekleyişler bazen yıllar sürüyor, hatta öyle ki ne için beklediğinizi bile unutturuyor zaman size. Ama insanın bencilliği, bekleyişi sona erdiğinde ortaya çıkıyor çünkü eğer haklıysa "intikamım alındı" hissi iliklerine kadar işliyor. Fakat bu bekleyişlerden bir sonuç alamazsa da bu sefer dünyanın en acımasız insanına dönüşebiliyor. Merhametini yutup vicdanının sesini keserek içine öfkenin tohumlarını ekmeye başlıyor ve bu bekleyiş sırasında tohumlar kök salıyor, hepsi ayrı ayrı birer çınara dönüşüyorlar.

Merhamet... Harcanması konusunda gayet cimri olunması lazım gelen, sınırlarını çizmeyi öğrenmemiz gereken bir duygu.. Yapılacak "gereksiz cömertlikler" yüzünden haklı haksız herkes sizin merhametinizden tadıyor. Bu haksız kazanç, size adalet duygusunu unutturuyor çünkü kendinize karşı adil olmaktan vazgeçiyorsunuz. "Acaba sorun bende miydi", "şöyle olmasaydı böyle mi olurdu" gibi sorular beyninizi kemiyor.  Gönül sarayınızı viraneye döndürüp aklınızı kaybetmekten korkuyorsunuz. İhtimaller denizinde boğulup gidiyorsunuz. Bir noktadan sonra da yorulunca, herkese eşit davranmayı adalet sanıp dünyanın en büyük üşengeçliklerinden biriyle takvimden günleri düşüyorsunuz. Fakat asıl hüner "herkese hakettiği gibi davranmak"ta. Buna ödüllendirmek ve cezalandırmak da dahil. Bütün bunların muhakemesi de tamamen vicdanınıza kalıyor. Bir insanın kendiyle yüzleştiği en gizli noktası vicdanı. Tıpkı yaptıklarınızı uzaktan izleyen ve yeri geldiğinde hayatınıza müdahil olan bilge bir varlık gibi. Böyle olmasaydı, tüm konular, olaylar ve insanlar susunca konuşan tek şey vicdanınız olmazdı. Eğer ki vicdanınızla yüzleştiğinizde, duygularınızı süzebiliyorsanız nefsinizi galebe çalmış oluyorsunuz. Bu da size inanılmaz bir rahatlama getiriyor ve aslında artık umursamıyorum dediğiniz şeyleri "o görünmez elin takdiri"ne bırakıyorsunuz. Bu teslimiyetin altındaki de o güvendiğimiz adalet kavramı. Hayyam'ın bir lafı vardır, "Adalet, kainatın ruhudur" der. Aslında bu ruha teslim oluyorsunuz farkına varmadan. Önceleri kendinizle savaşıyorsunuz, vicdanınızı susturuyorsunuz, isyan denizlerinde boğuluyorsunuz. Sonra bir gün geliyor ki yaşadığınız onca kötülüğü unutup bu ruhu içinize çekmeye başlıyorsunuz ve bu ruhun yansımasını adil bir varlık olarak diğer varlıklara yansıtmaya çalışıyorsunuz. Ne büyük saadet...

Diyeceğim o ki, adalet, merhamet ve vicdan, bu hayatta yol arkadaşlarınız. Evet bu hayatta bazı konularda söz hakkına sahip değilsiniz  fakat bu saydıklarımdan kime ne kadar sunacağınız tamamen sizi bağlıyor. Unutmayın, bütün bunları karşınızdakine aksettirdiğiniz ölçüde insan olmanın ayrıcalığını tadıyorsunuz.

8 Nisan 2016 Cuma

Cidar

Yaşadığınız her an, içinize yeni duvarlar örüyorsanız beni en iyi anlayan insanlardan biri olabilirsiniz diye düşünüyorum. İçimizde taşlaşmış duyguların tek tek özenle dizildiği o kocaman sağlam duvarlar... Biri ya da bir şey kırmaya çalıştığında telaşa kapılıp hemen daha da sağlamını yarattığımız ebedi muhafızımız... Düşünsenize hayatınızın her anında "bir anda yalnız kalma" potansiyelinizin hakkı her zaman saklı. Bu belirsizlikte insan kendini korumak için doğru ya da yanlış bir şeyler yaratıp ona kanının son damlasına kadar inanmak istiyor. Bu inanç bende "hiçbir şeye güvenmeme" olarak tezahür etmiş bulundu bir kere, tamamen varoluşsal bir problem ama, yapacak bir şey yok. Bakın bir şey yok diyorum, çünkü her bir taşını bu kadar özenle yerleştirdiğim bu duvarları yıkacak cesaret artık beni terk etmiş durumda.

Temelsizlik... İnsanın sıyrılmak istediği en iflah olmaz duygulardan bir tanesi bence. Hayatın değişik yerlerinden tutmaya çalışıp hayatın içine karışmak istiyorsunuz. Fakat içinizdeki ses bu konuda size katılmıyor. Ömrünüz boyunca istekleriniz ve içinizdeki ses arasındaki çatışmanın içinde kaybolup gidiyorsunuz. Öyle bir kayboluş ki gün geçtikçe aidiyet duygunuzu sizden çalıyor. Hiçbir yerde kendinizi güvende ve mutlu hissedemiyorsunuz. Tam hissetmek istiyorsunuz, biri gelip elinizden alıyor. Belki de suç bizdedir. Buna izin verdiğimiz için yani. Bilmiyorum. Ama bunun da bir sebebi var: Ördüğümüz duvarların arkasından olaylara bakmamız. Evet, biliyorsunuz ki "bir şey olacak talihiniz dönecek" ama adım attığınız zaman hep o duvarlara çarpıyorsunuz. Bu, bir evin içinde dışarı çıkmak için çırpınarak duvarlara çarpan kuşların haline benziyor. Dışarıdaki özgürlüğü görüyorsunuz ama sürekli bir engel... Ayağınız sürekli bir şeylere takılıyor. Sürekli ve sıkıcı bir başa dönüş. Bir süre sonra sanki bu hayat sizin değilmiş gibi bakıyorsunuz ve duygularınız buz tutan su damlalarına dönüşüyor. İşin kötüsü de buna alışmanız. Pençesine düştüğünüzde sizi gitgide yaralayan bir alışkanlık...

Bütün bu bahsettiğim nahoş sebeplerden ötürü içinizi birilerine göstermek imkansız bir şey oluyor. Ha oldu da eskaza anlattınız diyelim, değişik bir vicdan azabı kaplıyor içinizi çünkü kendi içinizde ördüğünüz duvar bir sınıra sahip ve kimsenin oraya girmemesi gerekiyor. Adeta bir yasaklı bölge... Verdiğiniz taviz sanki çekiç olup o duvarı kırıyor. Ama insanız tabii anlatmak istiyoruz bazen, bu ikilemi de şu şekilde ortadan kaldırabileceğimizi düşünüyorum: Başınıza gelen olayları anlatın fakat bu olayın size hissettirdiği -eğer bir şey hissettiyseniz tabii- sizin içinizde kalsın. Bu yöntem o kadar işe yarıyor ki başınıza gelen felaketleri anlatırken insanüstü bir soğukkanlılık seviyesine ulaşıyorsunuz, canınız yanmıyor. Ama her şeyin de bir bedeli var tabii. Canınız yanmadığı gibi artık sevinemiyorsunuz da. Attığınız kahkahalar içinde hiçbir duygu olmayan histerik seslere dönüşüyor. Sağladığınız kazanç ne kadar karlı varın siz düşünün.

Sonuç olarak, duvarlarımızı yıkmalıyız falan demeyeceğim. Hala en korunaklı yer orası bana göre. Ama bizi asıl yaralayan, "o duvarların arkasında ya Sabbah'ın bahçeleri varsa" düşüncesi. O yüzden, bu ihtimalin peşinde sürüklediği belirsizliğin, bir su sızıntısı olup da duvarlarımızı içten içe aşındırmasına izin vermesek iyi olur sanki.



1 Nisan 2016 Cuma

Yad

Hatırlamak... Eğer unutmak istediğiniz, tekrar tekrar yaşamaktan kaçtığınız bir şeyler varsa, insanoğluna bahşedilmiş en acımasız yetenek olarak tanımlanabilir. Ama, ne yalan söyleyeyim, bazılarımız bu konuda çok şanslı. Geçmişe dönüp baktığında ne hatırlıyorsun, diye sorulduğu zaman, güzel bahçelerden efendime söyleyim mutlu aile yuvalarından bahsetmekten hiç çekinmiyorlar. Bana sorulduğunda ise kaçmak isteyip kurtulamadığım, aşmak isteyip de tırmanamadığım bir sürü acının vücuda geldiği sıradağlardan bahsedebiliyorum ancak. Tam bir sıkışmışlık.

Şu saçma sapan kişisel gelişim kitaplarından çıkarılan ortak kanı "gücün bizde olduğu" yönünde. Ben böyle bir yalan görmedim. Tamamen bir baştan savma. Hiçbir dayanağı ya da iyileştirici etkisi yok. Ya da varsa bile bu benim gibi "uzun süre kendisiyle en ufak bir ilgisi olmayan bir sürü çatışmanın içinde kendi kendini büyüten insanlar" için geçerli değil. Evet, belli bir zamana kadar iç sesiniz hep "tamam sorun değil, bu da geçer, önemli değil" telkinlerinin kucağında uyutuyor sizi. Ama ya sonra? Hayatın bizden beklentisinin en yukarıda olduğu zaman, "benden bu kadar, daha fazla oynayamayacağım" deyip çekiliyoruz. Sonra da sırasıyla gelen bir sürü başarısızlıkla bu ricatımızı taçlandırıyoruz. En sonunda öyle bir başarısızlık geliyor ki bütün geleceğimizi yutan koca bir kara deliğe dönüşüyor.

"Keşke böyle olmasaydı" cümlesi her zaman hayatımın ana fikri oldu. Benim kursağım bayağı bir darmış sanırım güzel şeyler orada kalıyor çünkü. Biraz ileri gitseler kusmaya başlıyorum. İşte hatırlama eyleminin acımasızlığı benim için burada başlıyor çünkü hatırladığım şey sadece kustuğum zamanlar. Hayatında benden daha mutlu olan insanların, anılarını hatırlarken geçmiş günlere özlem duyduklarından, gözleri dolar. Benim için bu durum tamamıyla farklı. Benim gözlerimi sulandıran şey "neden böyle olmuş hep ya" düşüncesi oluyor. Ha bir de özlem duyma duygumun neredeyse ölmüş olması. Canı yanmış insanın bir şeyleri özlemek istememesi kadar doğal bir şey de yok aslına bakarsanız. Hele bir de içinizde hiçbir şeye karşı heves kalmamışsa... Bazen bir hevesle kişilere ya da şeylere hayalinizde toz konduramıyorsunuz, ama gerçek dünyaya gözünüzü açtığınızda pisliğe bulanmış şeyler gördüğünüzde, her seferinde içinizde bir şeyler ölüyor. Bu ölümleri hatırlamak işte hayata yüz çevirmenizi sağlıyor bu yüzden de her şeye hazırlıksız yakalanıyorsunuz çünkü önünüzü görememeye başlıyorsunuz.

Yüz çevirmek... Her zaman sevmişimdir bu ifadeyi. Küskünlüğün en güzel anlatımı. Peki bunu bir çözüm olarak düşünebilir miyiz? Bundan da emin değilim. Ama en kötüsü çözüm olmadığını bildiğiniz bir şeye alternatif bir şeyler üretecek gücü kendinizde bulamamanız. Bu nokta "tükendim" dediğiniz an ve toplamak çok zor. Çevirdiğiniz yüzü kendine doğru döndürecek bir el arıyorsunuz, bulamazsanız kötü. Bulduğunuzu sandığınızın da aslında size bir tokat daha atmak için yüzünüzü çevirdiğinizi görünce asıl yıkım da o oluyor mesela.

Tek bildiğim bir şey var. Dönüp baktığında kendinizi güvende ve mutlu hissettiğiniz 10 saniyeniz bile yoksa, geçen zaman rüzgarda uçup giden kum tanelerinden farksız oluyor.

30 Mart 2016 Çarşamba

Levn

Günde kaç kez şöyle içinizi şöyle bir yokladığınız oluyor? Ortalamasını mı alıyoruz, bu ne biçim bir soru da diyebilirsiniz. Kısmen haklı sayılabilirsiniz. Ama benim asıl merak ettiğim, her gün bu koca belirsizlikler denizinde kendinizi bir sala tutunarak yolda olmaya devam etmeye ya da sürüklenmeye ikna etmek için ürettiğiniz nedenler. Bakın burada bir farklılık var: sürüklenmek ve yolda olmak. Şöyle bir düşünün mesela, basit bir örnek, suyun üzerinde (ki denizden aşırı korkarım) amaçsızca kendinizi bırakmışsınız, dalgaların yönü rehberiniz olmuş. Başlarda "neden daha önce keşfetmedim ki?" şeklinde içten içe hayıflanmalar yaşayıp zevk duyacaksınız. Fakat, insanız işte, bir süre sonra, bir şeyleri kontrol etme isteğimiz, kendi nefesimizi işin içine katma isteğimiz bize engel olacak ve bu durumdan sıkılıp olaya muktedir olmak isteyeceksiniz. Tam bu noktayı unutmayın çünkü burası "artık yol almalıyım" dediğimiz durak ve buradan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Seçimler, tercihler, öncelikler... Ve aslında yol aldığımızı zannederken her gün biraz daha boğuluyoruz. İşin garibi de bulduğumuz yolun sadece bize özel olduğunu düşünmek. Alın size koca bir yalan daha. Bilmem kaç küsur milyar insan varken, bu kadar yolun dünya üzerinden geçmesi düşüncesi... Ne bileyim, çok iyimser bir yaklaşım bence.

Yolda bir sürü şeyle karşılıyoruz. Kimileri iz bırakıyor, kimilerinin varlığından haberdar bile olmuyoruz. Ama bizi en çok yoran şeyler beklentilerimiz oluyor. Neden bilmiyorum ama insanlar sürekli bir şeyleri bekliyorlar. Sanırım hayatımızda çok büyük eksiklikler, kapanmayan yaralar var ve bu beklentilerin bizi bütün bu prangalarımızdan kurtaracağını düşünüp medet umuyoruz. Aradığımızı bulamayınca da içimizi bir korku kaplıyor ve hayatımızın rengi değişiyor.

Beklentinin rengi nedir sizce? Ben söyleyeyim mi? Kesinlikle, siyah. Çünkü benim hayattan bütün beklentilerim karanlık boşluklarda yok olup gitti. Bunu ben mi istedim, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bu siyahın bütün hayatımı boyamış olduğu. İşe önce korkularımla başladı. Korktuğum şey ve kişilerin hepsini bir anda siyaha boyadı ve bunlardan kaçtığımı düşündürttü bana. Kendimi kandırmışım. Durumun böyle olmadığını görünce, bu sefer nefretle tanıştırdı beni ve onu da siyaha boyadı. Kırmızı da olurdu aslında ama siyah buna izin vermedi. İşler daha da kötüye gitti, bu kez de kinimi siyaha boyadı. Sonraları korku, nefret ve kin deyince artık gözümün önüne kocaman siyah bir perde gelmeye başladı ve ben bu perdeyi aralayıp diğer renkleri göremeyecek kadar kör oldum. 

Bir şey söyleyebilir miyim? Yani düşününce tabi renk olgusu da aslında bir yalan. Beyaz ve siyahtan başka bir renk olmayan bir dünyada, kendimizi bu yalana da inandıracak kadar aciziz aslında. Ama olsun, ben gene de diğer renklerin tadına bakmayı isterdim. Bakın tadına bakmayı diyorum çünkü yıllardır yukarıda saydığım o üçlünün - korku, nefret ve kin- acı usaresini her gün tattım. Aldığım her lokma ağzımda büyüdü, kursağımda kaldı ve diğerlerinin geçmesine izin vermedi. Hal böyle olunca, artık bir süre sonra, siyaha sığınan kocaman bir boşluk oldum. Sadece canı yandığında tepki gösterip mutlu olduğunu anlayamayacak kadar insanlığımdan sıyrılıp, alelade bir varlığa dönüştüm. Böyle olmasını ister miydin, diye sorarsanız, aslına bakarsanız emin olamıyorum. Çünkü, siyah size aslında bir zırh oluyor. Her gün "bunu da yendim" deyip nefes aldığınızı sanıyorsunuz. Bir zaman sonra yaşamak istiyorsunuz, nefesiniz yetmiyor. O zaman da masumane bir arayış içine girip, belki başka renkler vardır, diyorsunuz. Ama bu hayat hepimize karşı o kadar cömert olmuyor. Mesela benim gibiler için "en sevdiğin renk ne?" sorusu sorulamaz, başka bir alternatifle daha tanışmadık ki. Ha en fazla belki griye kadar gidebilmişizdir, sonra da beyaz bizi terkedince yine siyah baş köşeye kurulmuştur. 

Benden size bir tavsiye, sakın gökkuşağını kendinize küstürmeyin. Renkler solunca, nefes tükeniyor çünkü. 

28 Mart 2016 Pazartesi

Girizgah

Yazmak... Yüzyıllardır süregelen, etrafında toplulukları sürüklemiş değişik bir eylem gibi gelmiştir bana hep. Yazıyı ilk bulan kişiyi bir düşünün derim. Kafasından milyonlarca düşünce geçiyor. Geçecek tabi, insan olmak böyle bir şey. Zaman ve mekan mevhumundan bağımsız olarak, sürekli bir yenilenme hali. İşte yazı bu hali öncelikle kendisinin sonra da başkalarının gözü önüne seriyor bulduğu birtakım, belki de anlamsız, şekillerle. Aynısını konuşmayla da yapamaz mıydı? Evet, gayet tabii yapardı. Fakat bence ilk insandan bu zamana insanoğlunda hep bir iz bırakma tutkusu var ve bunu konuşmayla başaramazdı. Ağzından çıkan her kelime saniyeler içinde bilinmezlikte buharlaşıyor çünkü. Ama yazmak... Yazmak bence elimizde kayıp giden zamana hükmetmemizi sağlayacak güzel bir avuntu.

Yazmak bir tutku mudur, bilemiyorum. Ama bir ihtiyaç olduğu çok gerçek. Evet, gerçek diyorum. Çünkü şu an bile, klavye tuşlarına dokunurken, o gerçekliği somutlaştırıyorum. Düşünüyorum ve yazıyorum. Her şeyin sonunun olduğu bu yerde, bunu yapmam belki de boşa kürek çekmekten başka bir şey ifade etmiyor. Ama, "son" lafını duyunca hepimizin zihninde "ama"lar  beliriyor, ne bileyim kabullenmek istemiyoruz, nefret bile etsek buradan gitmek istemiyoruz. Bu durumu dile döküp kalemle buluşturuyoruz bir şekilde. 

Hepimizi yazı yazmaya iten değişik olaylar başımıza geliyor. Seninki ne diye soracak olursanız, inanın ben de tam emin değilim. Etrafımda dönen dünyanın saçmalığından kaçmak için kendime nefes alacak alan yaratıyorum belki de. Ama en çok istediğim ben de bir yerinden dokunayım bu dünyaya. Geçmişine tanık, geleceğine yabancı insanlar için bugünde iz bırakmak çok devrimsel bir harekettir çünkü.