28 Mart 2016 Pazartesi

Girizgah

Yazmak... Yüzyıllardır süregelen, etrafında toplulukları sürüklemiş değişik bir eylem gibi gelmiştir bana hep. Yazıyı ilk bulan kişiyi bir düşünün derim. Kafasından milyonlarca düşünce geçiyor. Geçecek tabi, insan olmak böyle bir şey. Zaman ve mekan mevhumundan bağımsız olarak, sürekli bir yenilenme hali. İşte yazı bu hali öncelikle kendisinin sonra da başkalarının gözü önüne seriyor bulduğu birtakım, belki de anlamsız, şekillerle. Aynısını konuşmayla da yapamaz mıydı? Evet, gayet tabii yapardı. Fakat bence ilk insandan bu zamana insanoğlunda hep bir iz bırakma tutkusu var ve bunu konuşmayla başaramazdı. Ağzından çıkan her kelime saniyeler içinde bilinmezlikte buharlaşıyor çünkü. Ama yazmak... Yazmak bence elimizde kayıp giden zamana hükmetmemizi sağlayacak güzel bir avuntu.

Yazmak bir tutku mudur, bilemiyorum. Ama bir ihtiyaç olduğu çok gerçek. Evet, gerçek diyorum. Çünkü şu an bile, klavye tuşlarına dokunurken, o gerçekliği somutlaştırıyorum. Düşünüyorum ve yazıyorum. Her şeyin sonunun olduğu bu yerde, bunu yapmam belki de boşa kürek çekmekten başka bir şey ifade etmiyor. Ama, "son" lafını duyunca hepimizin zihninde "ama"lar  beliriyor, ne bileyim kabullenmek istemiyoruz, nefret bile etsek buradan gitmek istemiyoruz. Bu durumu dile döküp kalemle buluşturuyoruz bir şekilde. 

Hepimizi yazı yazmaya iten değişik olaylar başımıza geliyor. Seninki ne diye soracak olursanız, inanın ben de tam emin değilim. Etrafımda dönen dünyanın saçmalığından kaçmak için kendime nefes alacak alan yaratıyorum belki de. Ama en çok istediğim ben de bir yerinden dokunayım bu dünyaya. Geçmişine tanık, geleceğine yabancı insanlar için bugünde iz bırakmak çok devrimsel bir harekettir çünkü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder