17 Mart 2020 Salı

Uzak

Hayal kurmanın en büyük görevi bizi bugünümüzden alıp istediğimiz yere ya da zamana götürmesi sanırım. Plan deseniz değil, gerçek deseniz değil ama gene de düşüncesinin bile insanı zaman zaman ferahlattığı tuhaf bir duygu bence. Ama her şeyden önce benim bütün bu söylediklerimde temel olarak takıldığım nokta, hayallerin bizi hep uzağa götürmesi. Bugünden geçmişe ya da bugünden geleceğe olsun, fark etmiyor. Uzağa ulaşmak için sürekli bir hareket hali var.

Kendi adıma söyleyecek olursam benim uzaklara olan sevgim hiçbir yere kök salamamla, aidiyet duygumun, parçaları bir araya getirilemeyecek şekilde parçalanmış olmasıyla alakalı. İsterdim ben de böyle olmamasını ama bu hayatın bana gelişi bu, ne yapalım? Tabii bu duruma karşı ben de boş değilim. Her zaman için bulunduğum yerden gidecekmişim gibi beş dakika içinde hazırlayabileceğim bir bavulum olması da bundan, şaka yapmıyorum şahidim de dolabım. 

"Siz bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım" cümlesindeki uzağı ben henüz bulamadım. Nerede olduğunu bulsaydım hiç düşünmeden giderdim oraya. Ama öyle bir çıkmaz ki, o uzağı da yakın edince bu sefer olduğum noktaya daha uzak bir yeri gözüme kestireceğim. İşte, insanın kendinden kaçması, en sonunda yerinin kalmaması, yine, en sonunda kendine yakalanması tam olarak böyle bir şey.

Bazen bir anda herkesten uzaklaşmış hissederim kendimi. İşte bu zamanlarda hep uzaklığın gerçekten ölçülen bir şey olup olmadığını düşünürüm. Mesela bana uzak olan birçok şeyin, başkasının sadece parmaklarının ucunda olduğunu gördüğümde ve buna birçok kez tanıklık ettiğimde ilk düşündüğüm şey o an'dan uzaklaşmak olur. Ancak benim o andan kaçmam oradan uzaklaştığım anlamına gelmez çoğu zaman. Hayat doğrusal değil, kocaman bir yuvarlağın içinde dönüp duruyoruz. Bu en azından benim hayatım için böyle. Buna sebep de, bir şeyden ne kadar çok kaçarsam aslında ona yaklaştığımı görmem. Neden? Çünkü hayat doğrusal akmıyor. Keşke öyle olsaydı. Gerçekten kaçabilirdim. 

Canı sıkılınca insan hep uzaklara dalar, sanki oradan bir şey gelip onu oradan çekip alacakmış gibi. Çare sanki uzaktan gelecekmiş gibi. Benim de zaman zaman uzaklara baktığım oldu ama artık önüme bakabiliyorum sadece çünkü uzaklar bana yaramıyormuş, anlamam zaman aldı.

Uzak geçmişimin yakını değilim artık.



17 Aralık 2019 Salı

Yıpranış

"[...] Hiç değişmemişsiniz Marcella."
"Ben sizin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yaşlanmışsınız."
"Yıprandım. İnanın bana, yaşlanan kişi artık yıpranmaz, korur kendini. Yıpranmak yaşlanmanın tersidir. [...]" 
                                          
                                                                        Marguerite Yourcenar-Düş Parası       

Defalarca okudum bu satırları. Her okuduğumda farklı açılardan düşündüm ama hepsinde de bu tanıma hak verdim. Yıpranmak... Evet. Bu zamana kadar üzerinde bu kadar etraflıca düşünmüş müydüm, emin değilim. Sadece çok yorgun hissettiğim zamanlarda 'yıprandım artık' cümlesini 'çünkü çok yoruldum'la tamamladığım bir yüklemden öte geçememişti bu kelime. En azından bu satırları okuyana, ve hatta üzerinde düşünmeye başlayana kadar.

Yıpranmak ve yaşlanmak arasında her zaman bir bağ olduğunu kabul etmişimdir. Hatta bugüne kadar bu düşüncenin gayet işlevsel olduğuna da kendimi ikna etmişim uzun zaman önce. Hatta o kadar uzun zaman olmuş ki, bu ikisinin sadece birbirine yakın iki şey olduğunu anlamam için yaklaşık yirmi sekiz sene falan geçmiş. Bu ikisi arasında asıl kaçırdığım nokta, ilkinin yaşanmışlıkla, ikincisinin de daha çok zamanla ölçüldüğü olmuş.

Yaşlanmak... Zamanın insanoğlu üstündeki tahakkümünün galibiyetini, aynaya her baktığımızda biraz daha anlamamızı sağlayan geçmiş günler ordusu. Elimizde, yüzümüzde, saçımızda her bir izini rahatlıkla görebileceğimiz kimisi için sancılı kimisi içinse dinlenmeye geçilen adeta bir stand-by dönemi. Henüz göremediğim için benim için nasıl bir şey olur bugünümden kestiremiyorum. Ama yıpranmışlık böyle bir şey değil, bundan artık eminim.

Yaşlanmış her insan bir miktar yıpranmıştır da, buraya kadar herhangi bir itirazım yok. Bir kere, yaşadığı gün sayısı fazla olduğundan, yaşlı insan hiçbir şey yapmamış olsa da fiziksel olarak yıpranmıştır. Ama yıpranmak için yaşlanmayı mı bekliyor insan? İşte buna cevabım tamamen hayır. Pek tabii yirmilerindeki bir insan da altmışlarındaki bir insan kadar yıpranmış olabilir. Bu halde yirmilerindeki kişiye yaşlı diyebilir miyiz? Çoğunluğun sesine uyacak olursak, hayır. Çünkü karşımızda gördüğümüz kırışıksız, saçlarının rengi değişmemiş elleri henüz buruşmamış "genç" beden bizi yanıltır, yani bu sefer aklımızın oyununa gözlerimiz yüzünden yeniliriz. Zaten çoğu zamanda böyle birinin ağzından çıkan yıpranmışlığı çok kişi de dikkate almaz. Peki bu göz ardı edişlerin sebebi ne olabilir? Benim bunun için iki tahminim var. Birincisi, bu "genç" insanın yıpranmışlıklarını tamir edebilmesi için gerekli olan enerjiye zaten sahip olduğu öngörüsü. İkincisiyse, başkasından duyulan yıpranmışlığın kendi köşe bucak kaçmak istediği yıpranmışlığını hatırlatması.Yani kendi yaşanmışlıklarından kaçmaya çalışması. Ama insan nereye giderse gitsin, geçmişinin nefesini her an ensesinde hissediyor ve bana kalırsa ikinci ihtimal her zaman daha ağır basıyor.

Yıpranmışlıkla yaşlanmışlık arasındaki bir diğer fark ise, ikincisinin fiziksel olarak ölçülebilir olması. Yaşın kaç? Altmış. Yıpranmışlığın kaç? Bakın bu sorunun bir cevabı yok. Siz hiç "valla kızım/oğlum altmış senelik yıprandım" diyenini duydunuz mu? Yıpranmışlığa "kaç" sorusu sorulmaz, neyle ölçülecek nihayetinde bu? O yüzden yaşlanmak kabullenmesi belki de zor bir gerçeklikken, yıpranmak gayet öznel, tanımı herkese göre değişebilen, miktarı kişiye özel olan bir yük anlamına geliyor bence.

Aslına bakarsanız, ne kadar göz ardı edersek edelim, yıpranmanın daha çok genç işi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Taze şeyler yıpranır. Zaten bu yüzden de yazar, 'yaşlanan kişi artık yıpranmaz, korur kendini' diyor. Ama acaba kendini koruyabildiği için mi yıpranmıyor yoksa yıpranacak bir şeyi kalmadığı için mi? Bu başka bir günün sorunu, şimdilik.



26 Mayıs 2019 Pazar

Uzaktan akraba

Geçenlerde bir yerde okudum, "fotoğrafını çekmek istediğim anlar var benim bu hayatta", diyordu. Bu cümleyi kuran, kurabilen ne kadar şanslı dedim içimden. Birkaç kez üst üste okudum bu cümleyi belki ben de kazara bile olsa böyle bir hisse kapılırım diye. Kapıldım da üstelik. Ama bir fark vardı. Benimkiler genellikle yaptığım hataların, hiç başlayamayan bitişlerin ya da sonu gelmeyecek belirsizliklerin bir anlık vücuda gelmiş halleriydi. Ve asıl tuhaf olan da zihnimde bu fotoğrafları çekebilmek için bu cümleyi tekrar okumamdı aslında. Sanki sadece saydığım bu üç ana tema etrafında dönüyordu hayatım ama zihnim bu "sanki" kelimesini - diğer yabancı dillerde yazılan ama okunmayan harfler gibi- görmezden geliyor, beni aklımın oyunlarına yenik düşürmede oldukça cevval davranıyordu.

Evet, yenildim çoğu kez. Hala da yeniliyorum ama benim de haneme ara sıra galibiyet puanı yazılıyor. Kim sürekli yenildiği bir oyunu sever ki zaten? Burada önemli olansa bana galibiyet puanını neyin kazandırdığı. Bu sorunun cevabı bende uzun zaman için umursamazlık olmuştu. Ancak gözden kaçırdığım ufak bir ayrıntı olmuş, sonradan farkettim. Benim umursamazlık dediğim şey aslında ara ara zirvelerde yaşadığım pervasızlıkmış. Çoğu zaman pervasızlık, ölçüsüzlük ya da açık saçıklığa ithafen kurulan cümlelerin içine hapsediliyor. Neden böyle ki acaba? Bence çok büyük bir haksızlık. Bu haksızlığı ben de uzun süre yapmışım işte ama ne derler, zararın neresinden dönersek kar.

Umursamazlık ve pervasızlık bazı noktalarda birbirine benziyor evet, kardeş değil ama kuzenler. Umursamazlıkta derin bir sessizlik var, dışarda bir dünya yokmuşçasına gibi yaşamak var. Ama pervasızlık öyle mi? Bir kere pervasızlık bir insan olsa gözlerine baktığınızda bıçkın bir delikanlının gözlerindeki cesareti, yılmazlığı görürsünüz. Yalnız buradan şu sonuç çıkmasın ki umursamazlar koca bir cesaretsiz korkak ordusudur. Hayır, bu böyle değil. Umursamazlık daha çok yorgunlar ve kendileriyle kalmak isteyenlerin evi gibi ve bir insanın kendisiyle kalmak istemesi kadar cesaret gerektirecek çok az şey var şu dünyada. Ancak, umursamazlık ne kadar " ben bugün evde takılacağım siz çıkın" diyen biriyse, pervasızlık da o kadar " ne evi ya? evde durunca kazanacağın bir şey yoksa dışarıya çıkınca da kaybedeceğin bir şey yok" diyen yakın arkadaş aslında.

"Eee bunlar hani akrabaydı, neresi benziyor bunların şimdi" diyebilirsiniz. Merakınızı çok fazla meşgul etmeden söyleyeyim, ikisi de şu hayata tutunmak için insanoğlunun icat ettiği duygular. İkisinde de işlerin sonu hakkında bir önsezi ya da tahmin yok. Umursamaz insan neyi tahmin etsin ki, o kadar umursamıyor ki tahmin ne onu bile unutmuş. Pervasız zaten sonunu düşünen kahraman olamazlarla büyütmüş kendini onun için tahminin t'si bile yok masada. Durum böyle olunca yedi göbek olmasa da 1-2 göbek uzak bir akrabalık kurmak mümkün gibi duruyor.

Bazı anlar geldi ve geçiyorlar. Farkettirmeden hem de. Durum böyle olunca zamanın bize umursamazca mı yoksa pervasızca mı davrandığına dair net bir cevap veremiyorum ben. Peki sizce, fotoğrafını çekmemiz gereken anlar umursamazlığın bıraktığı izler mi olmalı yoksa pervasızlığın hatıraları mı?

16 Mayıs 2019 Perşembe

Eve Dönüş

Uzun zamandır uğramıyordum buralara. Kelimelerin üstünü örtmeden çıkmışım. Her birinin üstü tozlanmış, üflemek gerektiğini hatırladım. Hem zaten insan mutlu olduğunu bildiği yere eninde sonunda döner diyorlar. Bu mutluluk kelimesinin öyle olur olmaz kullanılmasına da katılıyor muyum bilmiyorum. Şartlar daha farklı olsaydı belki. Çünkü bir kere benim için mutluluğun tanımı güvende olmakla eş değer. Belki de şu dünya üstünde kendimi en korunaklı hissettiğim yer burasıdır ve işler tersine dönmeye başlayınca ben de burayı hatırlamışımdır. Bir tehlike anında dışarıdaysanız hemen evinize doğru koşup sığınmak istersiniz ya, bu da işte aynı duygu olmasa da bir başka çeşidi. Yani buraya tekrar dönmüş olmam yan sanayi bir liman bulma isteği sanırım.

Hayatta herkes hep A noktasından B noktasına gitmek isterken gayet istekli ve cesurken, kimse kolay kolay B noktasından A noktasına dönmeyi istemiyor. Çünkü bunun istenmeyen bir sürü anlamı var: yenilgi, özgüven kırılması, geçmişle yüzleşmek istememek... Ama bir düşünün ya A noktasındayken, B noktasında olduğundan daha mutlu olabilme ihtimalimiz hep saklıysa? Ya nehrin karşısında bu yakadakinden farklı bir şey yoksa? O zaman akla şu soru geliyor: geri dönmek gerçekten yenilgi mi? Bu noktada herkesin kendine göre bir fikri olsa da ben daha çok B noktasından feragat etme kısmında takılı kalıyorum. Bu iki nokta arasındaki yolu bir ip olarak düşünelim. Ya inceldiği yerden kopsun dediğiniz ip kaliteli değilse? Ağaç dalına hafifçe sürtünmeyle bile zedelenecekse? O zaman ipi mi suçlamak gerekir yoksa hala bu ipi kullanan kendimizi mi? Ya da bırakalım ya bütün bunları, illa birilerini ya da bir şeyleri suçlamak mı gerekir? İşte B noktasından vazgeçişi neyin başlatacağı da tam olarak burada bir sorun haline geliyor. İpi değiştirip yeni bir C noktasına mı varmaya çalışmamız gerek yoksa ipi son bir kez daha tamir edip başlangıca geri dönmemiz mi? Bana soracak olursanız yine de her şeyi başlatan şey B noktasından vazgeçiş. Çünkü bu vazgeçiş aynı zamanda bir kırılma ve hangi yolu seçeceğiniz bu kırılmada kaç parçaya ayrıldığınıza bağlı.

Burasıyla selamı sabahı farkında olmayarak kesmiş olsam da gidecek daha iyi bir yerim olmadığını geç de olsa anladım. Bu aynı, bir dostunuzla yıllarca konuşmasanız da bir gün tekrar oturup muhabbete başladığınızda birbirinizi gördüğünüz en son günden devam etmek gibi. Ya da B noktasına şöyle bir bakıp "aman burada bir şey yokmuş o kadar da" deyip A noktasına geri dönmek gibi. Evet, buraya döndüm çünkü siz ister A noktası deyin ister sıfır noktası deyin, ismi ne olursa olsun buradan tekrar başlamak, ne bileyim, sessizce sakinleştiriyor. Evet, buraya döndüm ama yenilgiyle değil çünkü kelimelerin ruhu, insana insandan daha iyi geliyor.


17 Kasım 2017 Cuma

Nokta

Gecenin bu saatinde yine kendimle türlü hesaplaşmalar içindeyim. Tam bir "doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor durumu"... Ziyanı yok, en azından bazen öylece bırakmak gerektiğini buralara uğramadığım aylar içerisinde biraz da olsa öğrendim. Aslında öğrendim de denemez. Sadece bu durumu hazmetmem gerektiğini, herkesin yükünün kendine ait olduğunu kabul ettim diyelim. Evet böylesi daha doğru, çünkü insanın bildiği şeyi kabullenmesinin bazen bir ömre bedel olduğunu düşünürsek sanırım iyi yol almışım.

Şekillerle aram her zaman iyi olmuştur, gözümü kapadığımda canlandırabildiğim şeyleri her zaman severim. Hep elimin altındalarmış gibi hissederim çünkü. Fakat geriye dönüp baktığımda en sevdiğim şeklin nokta olduğunu anladım galiba. Ben hiçbir zaman yeni şeylere iyi başlayamadım. Tabii burada iyiden kastımın ne olduğu da çok önemli. Size göre nedir bilmem zaten amacım iyilik felsefesinin temelini zedelemek de değil açıkçası. Fakat içinde yuvarlanıp gittiğimiz dünya bizlere -maalesef- bazı standartlara sahip olmamızı fısıldıyor. Bunu yaparken de hiç yorulmuyor olması bizi bence içten içe etrafımıza küstüren şey. Düşünsenize karşınızda bir mekanizma var ve asla alt edemeyeceğiniz fikrini kendinize ekmek, su yapmışsınız, yola bu katıkla çıkıyorsunuz. Yenildiğinizde de, "ben zaten biliyordum" deyip kenarınıza çekiliyorsunuz. Ağzınız burnunuz dağılmış, kan revan içinde... Burada işte çok ince bir çizgi var. Oturduğunuz köşeden perdeyi aralayıp dışarıya baktığınızda ne gördüğünüz değil, ne görmek istediğiniz önemli olan. Sizin gibi etrafa savrulmuş insanlar da görebilirsiniz, ama gözleriniz yoluna devam eden insan arıyorsa tebrikler. Artık siz de yola devam etmek için gerekli olan o adını koyamadığım şeyin elinden tutmak üzeresiniz, ha gayret.

Peki Ayşegül bu kadar konuştun ama durum sende nedir diye sorabilirsiniz. Sizi temin ederim alacağınız cevap boş boş bakan bir çift gözde saklı olacak. Bu boşluğun arkasında bir çok sebep var ama ilk aklıma gelen hala nerede olduğumu kestirememiş olmam. "Neredeydim? Nereye giderken şu an olduğum yerde takılı kaldım? Ağzı burnu kan içinde savrulanlardan mıyım yoksa yoluna devam eden ben miyim? Umutsuzluk muyum yoksa umudun ta kendisi miyim? Çaresizsem çare ben miyim?"  Bu ve buna benzer sesler kafamda o kadar büyük bir uğultu çıkarıyor ki sizi duymuyorum aslında. Bütün o boş bakışların ardındaki sebep bu. Evet, evet başka bir sebep yok diyebilirim şu anda. Yıllarca bu uğultuyu susturmak, hepsini içinden birer birer çıkarıp atmaya çalışan Ayşegül, şimdi bunlara cevap bulmaya çalışıyor. Çabalarının sonunda, şaaaak şaaak sesler geliyor. Neyin sesi biliyor musunuz? Yüzleşmenin. Yüzleşirken yediğiniz görünmez tokatların. Tam burada işte doluya koysam almıyor kısmı geçerli. İçeride bir damlalık bile bir yer yok. Boşa koysam dolmuyor tarafı da zaten kendimi kocaman bir boşlukta hissetmemle ilgili tamamen.

Başlangıçlardaki beceriksizliğimde bahsetmiştim. Ama bitirişlerin keskin virajına çok hızlı girdiğimi inkar edemem. Savrulmamın, ağzımla burnumun yer değiştirmesi de bundan. Bu yüzden en sevdiğim işaret nokta. Diğerleri gibi- mesela virgül- sonu gelmeyen belirsizliklere sürüklemiyor ya da - soru işareti gibi- elinizdeki hali hazırdaki belirsizliklere yapay cevaplar oluşturmanızı beklemiyor sizden. Koyulduğu anda, ne varsa kesip atıyor. Kararı size bırakıyor. Ya büyük bir harfle yeni başlangıcı seçiyorsunuz ya da olduğunuz yerde kesip attığınız şeyin akıttığı kanın kurumasını bekliyorsunuz. Seçimi size bırakıyor.

Bense öyle bir yerdeyim ki, alfabeyi unuttum. Harf nedir, büyüğü, küçüğü nasıldır?  Fakat nokta öyle mi? Kalemimin ucunu dokundurduğum yerde, bana hala bir şeyleri seçebileceğimi hatırlatan o ufak izi unutamıyorum bir türlü. Hem belki bir gün büyük harfleri hatırlarsam, savrulduğum yerden de kalkarım. Kim bilir?


12 Mart 2017 Pazar

Beden: Et, kemik, güven

Bana sorsalar, insanın temel ihtiyaçlarını yeme-içme, barınma ve güvenme isteği olarak sıralardım. Bazı hayat bilgisi kitaplarında sıralandığı gibi güvenlik değil bakın güvenme isteği. Günümüzde insanlar en çok yalnızlıklarından yakınıyorlar, bilmem kaç milyar nüfuslu bi gezegende bu çekilen yalnızlıklar aslına bakarsanız komik duruyor. Nedeni ne peki diye sorsanız, 10 kişiden 9'u "artık kimseye güvenilecek gibi değil" cevabını veriyor. Haklılık payı yüksek. Ben de o 9 kişinin içindeyim mesela ve o kalan 1 kişinin akıbetini sorgulamak da benim işim değil açıkçası. Biz bu nice 9 kişiler... Aslında ne istiyoruz? Bunun cevabı temel olarak, kayıtsız şartsız birine güvenmek ve bunun kesinlikle yıkılmayacağını bilmemizde yatıyor bence ama gerçekçi olacaksak böyle bi ortam, avantaj ya da ayrıcalık -artık adını ne isterseniz onu koyun- sadece o kalan 1 kişiye veriliyor sanırım. Bizim bu mahrumiyetimiz ya da mahrum kalmışlık hissimiz giderek büyüyor ve bi noktadan sonra bütün tatları ekşitip bütün renkleri solduran öldürücü bi zehir halini alıyor.

Bir insan bir evde yalnızken kapıyı kitleme isteği duyuyor. Neden? Kendini koruduğunu düşündüğü için. Neyden koruyor peki kendisini? Henüz bi kedi ev soymayı başaramadığı için öyle sanıyorum ki cevap, insandan. Ne garip değil mi, kendimizi insandan korumaya çalışırken aynı zamanda ona güvenmek de istiyoruz. Bu noktada seçicilik gibi önemli bi sorun baş gösteriyor ve en çok burada bocalıyoruz. Deniyoruz, çabalıyoruz, "geçenkinde böyle yapmıştım ama bak bu sefer böyle yapmayacağım" diye kendimizle pazarlıklar ediyoruz ancak çoğunda sonuç başarısızlık olunca, o meşhur tümevarımla merhabalaşıyoruz: İnsanlara güvenilmez. Yani en azından benim için bu durum böyle oluyor. Sonra aniden gelen bir soğuma isteği, bıkkınlık ve kapanış. Beni ben yapan şeylerden biri de bu kısır döngü sanırım. Utanmasam, güvenin oluşması günler sürer yıkılması bir an cümlesini ben buldum diyeceğim. Bu döngüden çıkmak için zaman zaman benim de kendime göre çabalarım oluyor tabii ki. Öfke kontrolümü sağlamak gibi mesela. En kabul edilemez cümlelerde bile, "evet Ayşegülcüm seni ilgilendirmiyor bu kısım" deyip geçmeyi de beceriyorum bakın. Ama yine de istediğim sonuca varabiliyor muyum? Hayır. Hem de büyük harflerle. 

Güven dediğimiz şey benim için çok müstesna bir olgu. Bunun mahiyeti de herhangi bir eksiltme ya da azaltmaya da sebep olmuyor ayrıca. İster bi gönül ilişkisi olsun ister arkadaşlık. İnsan dediğin şey etten kemikten ve güvenden meydana geliyor bence ama zamanla biz bu üçüncüsünü yakalayamayacağımız kadar uzaklarda kaybediyoruz. Kaybedince neler olduğunu da tartışmıyorum çünkü cevabını bildiğim sorular üstüne düşünmeyi sevmem. Benim için mesela artık bi insana güvenmek, çok uzaklardan el sallayan yaklaştıkça benden kaçan küçük şirin bi çocuk olarak görünen ama yaklaşmayı başardıkça canavar olduğunu anlamamı sağlayacak kadar ürkütücü bi şey. Böyle olmasını ister miydin ya da bu halinden memnun musun sorusuna kesin bi şekilde evet ya da hayır da diyemem. Sanırım insan alışıyor ve hatta durum bi önceki örnekler gibi olmayınca "allah allah ya galiba huzuru buldum, pek hayra alamet değil bu gidiş" şeklindeki cümlelerle kendiyle alay ediyor.

Hayatta başımıza gelen şeyler bizde birer temel oluşturuyor, bizler de bunun üzerine bedenlerimizle adeta birer bina inşa etmiş oluyoruz. Eğer bu temelin harcı talihsizlikler, umutsuzluklar, hayal kırıklarıyla karılmışsa o 10 kişinin 9'una ait oluyoruz. Ha eğer böyle değilse zaten tebrik ederim, o kalan 1 kişi sizsiniz. 

15 Ocak 2017 Pazar

Nereye kayboldum?

İnsanın bazı anları vardır. Işıkları söndürüp sesleri susturur ve kendisiyle buluşmaya çalışır mesela. Aslında bunu yapabilmek büyük cesaret ister. Düşünsenize gün içinde bir sürü değişik şeyle yüzleşirken çoğu zaman kendimizi bütün bunların dışında tutuyoruz çünkü asıl amaç mevcut durumu nihayete erdirmek. Hatta çoğu zaman sonucun bizdeki bırakacağı etkiyi umursamıyoruz bile. Her göz ardı edişte, her umursamayışta, biraz daha uzaklaşıyoruz kendimizden. Sonra bir zaman geliyor, kendimizle oturup konuşup her şeyi çözmek istediğimizde bütün yolların artık çıkmaz sokağa döndüğünü gördüğümüz ya da, vazgeçtim, sandığımız an, dünyanın en kerli ferli adamlarından bir kamyon dayak yesek öyle canımız acımıyor. İnsanın kendini, kendine karşı ezilmiş hissetmesi, bilemiyorum, tarifi olmayan bir şey haline geliyor.

Her yere, her şeye yetişmeye çalışan bizler kendimize geç kalmakta oldukça mahiriz ve en acısı da bundan kati suretle bir rahatsızlık dahi duymuyoruz. Konu kendimizle dertleşmeye gelince " dur şimdi sırası değil" cümlesi en büyük kurtarıcımız oluyor. Acımasızca kendimiziz susturuyoruz ve buna zerre kadar hakkımız yok. Farkında mıyız acaba bu şekilde sadece o anı kurtardığımızın? Günü bile değil sadece o an'ı. Böyle düşününce kimbilir ne kadar çok kaçırılmış mutluluklarım vardır şu dünyada demekten kendimi alamazdım. Artık alıştım. Yarım kalmışlıklarla yaşamaya alıştım. Hatta bu yarım kalmışlıkların aslında yarım kalmışlık değil de birer bitiş olduğunu kabullenmeye alıştım. Zor oldu ama başardım. Başlarda tek amacım bunu başarmaktı çünkü bu şekilde özlediğim eski Ayşegül'e kavuşabileceğimi sanmıştım. Sanmıştım diyorum, çünkü işler pek istediğim gibi gitmedi. Gidemedi. Başaramadın mı diye soracaksınız. Hayatta isteyip de başaramadığım pek az şey oldu ve benden beklendiği şekilde bunu da başardım ama sorun ikinci kısımda patlak verdi. Başarının, mutluluk getirmediğini keşfettiğim an bütün hayatımı geriye dönük sorgulamaya başladım. Bir özgeçmiş hazırlasam 2 sayfa tutacaktı. Koca 25 seneyi anlatan sadece 2 sayfa. Kimsenin umrunda değildi o 2 sayfa süresinde Ayşegül neler yaşamıştı acaba? Kaç kez hayali kırıldı, kaç kez gözünün yaşını sile sile çalıştı, kaç kez içi bütün ruhumu kavuran bir öfkeyle yandı, tutuştu? Geçmişin geçmişte kalamadığı kaç zaman yaşamıştı mesela? Neyi, ne kadar özledi de "dur şimdi sırası değil" diye geçiştirdi? Bu sorulara cevap aramaktan ne zaman vazgeçti? Vazgeçtiğim nokta aslında başardığımı sandığım yerdi. Fakat, gelin görün ki, işin sonunda ne ben eski Ayşegül'e kavuştum ne de elimde elimde övüneceğim bir başarı kaldı. 

Geçmişe dönemiyorum, ileriye gidemiyorum. Bugünde sıkıştım. Kelimelerimin ruhu göğe yükselmiş, eşyanın tabiatı bana küsmüş gibi. Tünelin ucundaki ışığı ararken tünelde kayboldum adeta. Bi' çıkış yolu bilen varsa, ben hep buralardayım.