Gecenin bu saatinde yine kendimle türlü hesaplaşmalar içindeyim. Tam bir "doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor durumu"... Ziyanı yok, en azından bazen öylece bırakmak gerektiğini buralara uğramadığım aylar içerisinde biraz da olsa öğrendim. Aslında öğrendim de denemez. Sadece bu durumu hazmetmem gerektiğini, herkesin yükünün kendine ait olduğunu kabul ettim diyelim. Evet böylesi daha doğru, çünkü insanın bildiği şeyi kabullenmesinin bazen bir ömre bedel olduğunu düşünürsek sanırım iyi yol almışım.
Şekillerle aram her zaman iyi olmuştur, gözümü kapadığımda canlandırabildiğim şeyleri her zaman severim. Hep elimin altındalarmış gibi hissederim çünkü. Fakat geriye dönüp baktığımda en sevdiğim şeklin nokta olduğunu anladım galiba. Ben hiçbir zaman yeni şeylere iyi başlayamadım. Tabii burada iyiden kastımın ne olduğu da çok önemli. Size göre nedir bilmem zaten amacım iyilik felsefesinin temelini zedelemek de değil açıkçası. Fakat içinde yuvarlanıp gittiğimiz dünya bizlere -maalesef- bazı standartlara sahip olmamızı fısıldıyor. Bunu yaparken de hiç yorulmuyor olması bizi bence içten içe etrafımıza küstüren şey. Düşünsenize karşınızda bir mekanizma var ve asla alt edemeyeceğiniz fikrini kendinize ekmek, su yapmışsınız, yola bu katıkla çıkıyorsunuz. Yenildiğinizde de, "ben zaten biliyordum" deyip kenarınıza çekiliyorsunuz. Ağzınız burnunuz dağılmış, kan revan içinde... Burada işte çok ince bir çizgi var. Oturduğunuz köşeden perdeyi aralayıp dışarıya baktığınızda ne gördüğünüz değil, ne görmek istediğiniz önemli olan. Sizin gibi etrafa savrulmuş insanlar da görebilirsiniz, ama gözleriniz yoluna devam eden insan arıyorsa tebrikler. Artık siz de yola devam etmek için gerekli olan o adını koyamadığım şeyin elinden tutmak üzeresiniz, ha gayret.
Peki Ayşegül bu kadar konuştun ama durum sende nedir diye sorabilirsiniz. Sizi temin ederim alacağınız cevap boş boş bakan bir çift gözde saklı olacak. Bu boşluğun arkasında bir çok sebep var ama ilk aklıma gelen hala nerede olduğumu kestirememiş olmam. "Neredeydim? Nereye giderken şu an olduğum yerde takılı kaldım? Ağzı burnu kan içinde savrulanlardan mıyım yoksa yoluna devam eden ben miyim? Umutsuzluk muyum yoksa umudun ta kendisi miyim? Çaresizsem çare ben miyim?" Bu ve buna benzer sesler kafamda o kadar büyük bir uğultu çıkarıyor ki sizi duymuyorum aslında. Bütün o boş bakışların ardındaki sebep bu. Evet, evet başka bir sebep yok diyebilirim şu anda. Yıllarca bu uğultuyu susturmak, hepsini içinden birer birer çıkarıp atmaya çalışan Ayşegül, şimdi bunlara cevap bulmaya çalışıyor. Çabalarının sonunda, şaaaak şaaak sesler geliyor. Neyin sesi biliyor musunuz? Yüzleşmenin. Yüzleşirken yediğiniz görünmez tokatların. Tam burada işte doluya koysam almıyor kısmı geçerli. İçeride bir damlalık bile bir yer yok. Boşa koysam dolmuyor tarafı da zaten kendimi kocaman bir boşlukta hissetmemle ilgili tamamen.
Başlangıçlardaki beceriksizliğimde bahsetmiştim. Ama bitirişlerin keskin virajına çok hızlı girdiğimi inkar edemem. Savrulmamın, ağzımla burnumun yer değiştirmesi de bundan. Bu yüzden en sevdiğim işaret nokta. Diğerleri gibi- mesela virgül- sonu gelmeyen belirsizliklere sürüklemiyor ya da - soru işareti gibi- elinizdeki hali hazırdaki belirsizliklere yapay cevaplar oluşturmanızı beklemiyor sizden. Koyulduğu anda, ne varsa kesip atıyor. Kararı size bırakıyor. Ya büyük bir harfle yeni başlangıcı seçiyorsunuz ya da olduğunuz yerde kesip attığınız şeyin akıttığı kanın kurumasını bekliyorsunuz. Seçimi size bırakıyor.
Bense öyle bir yerdeyim ki, alfabeyi unuttum. Harf nedir, büyüğü, küçüğü nasıldır? Fakat nokta öyle mi? Kalemimin ucunu dokundurduğum yerde, bana hala bir şeyleri seçebileceğimi hatırlatan o ufak izi unutamıyorum bir türlü. Hem belki bir gün büyük harfleri hatırlarsam, savrulduğum yerden de kalkarım. Kim bilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder