Geçenlerde bir yerde okudum, "fotoğrafını çekmek istediğim anlar var benim bu hayatta", diyordu. Bu cümleyi kuran, kurabilen ne kadar şanslı dedim içimden. Birkaç kez üst üste okudum bu cümleyi belki ben de kazara bile olsa böyle bir hisse kapılırım diye. Kapıldım da üstelik. Ama bir fark vardı. Benimkiler genellikle yaptığım hataların, hiç başlayamayan bitişlerin ya da sonu gelmeyecek belirsizliklerin bir anlık vücuda gelmiş halleriydi. Ve asıl tuhaf olan da zihnimde bu fotoğrafları çekebilmek için bu cümleyi tekrar okumamdı aslında. Sanki sadece saydığım bu üç ana tema etrafında dönüyordu hayatım ama zihnim bu "sanki" kelimesini - diğer yabancı dillerde yazılan ama okunmayan harfler gibi- görmezden geliyor, beni aklımın oyunlarına yenik düşürmede oldukça cevval davranıyordu.
Evet, yenildim çoğu kez. Hala da yeniliyorum ama benim de haneme ara sıra galibiyet puanı yazılıyor. Kim sürekli yenildiği bir oyunu sever ki zaten? Burada önemli olansa bana galibiyet puanını neyin kazandırdığı. Bu sorunun cevabı bende uzun zaman için umursamazlık olmuştu. Ancak gözden kaçırdığım ufak bir ayrıntı olmuş, sonradan farkettim. Benim umursamazlık dediğim şey aslında ara ara zirvelerde yaşadığım pervasızlıkmış. Çoğu zaman pervasızlık, ölçüsüzlük ya da açık saçıklığa ithafen kurulan cümlelerin içine hapsediliyor. Neden böyle ki acaba? Bence çok büyük bir haksızlık. Bu haksızlığı ben de uzun süre yapmışım işte ama ne derler, zararın neresinden dönersek kar.
Umursamazlık ve pervasızlık bazı noktalarda birbirine benziyor evet, kardeş değil ama kuzenler. Umursamazlıkta derin bir sessizlik var, dışarda bir dünya yokmuşçasına gibi yaşamak var. Ama pervasızlık öyle mi? Bir kere pervasızlık bir insan olsa gözlerine baktığınızda bıçkın bir delikanlının gözlerindeki cesareti, yılmazlığı görürsünüz. Yalnız buradan şu sonuç çıkmasın ki umursamazlar koca bir cesaretsiz korkak ordusudur. Hayır, bu böyle değil. Umursamazlık daha çok yorgunlar ve kendileriyle kalmak isteyenlerin evi gibi ve bir insanın kendisiyle kalmak istemesi kadar cesaret gerektirecek çok az şey var şu dünyada. Ancak, umursamazlık ne kadar " ben bugün evde takılacağım siz çıkın" diyen biriyse, pervasızlık da o kadar " ne evi ya? evde durunca kazanacağın bir şey yoksa dışarıya çıkınca da kaybedeceğin bir şey yok" diyen yakın arkadaş aslında.
"Eee bunlar hani akrabaydı, neresi benziyor bunların şimdi" diyebilirsiniz. Merakınızı çok fazla meşgul etmeden söyleyeyim, ikisi de şu hayata tutunmak için insanoğlunun icat ettiği duygular. İkisinde de işlerin sonu hakkında bir önsezi ya da tahmin yok. Umursamaz insan neyi tahmin etsin ki, o kadar umursamıyor ki tahmin ne onu bile unutmuş. Pervasız zaten sonunu düşünen kahraman olamazlarla büyütmüş kendini onun için tahminin t'si bile yok masada. Durum böyle olunca yedi göbek olmasa da 1-2 göbek uzak bir akrabalık kurmak mümkün gibi duruyor.
Bazı anlar geldi ve geçiyorlar. Farkettirmeden hem de. Durum böyle olunca zamanın bize umursamazca mı yoksa pervasızca mı davrandığına dair net bir cevap veremiyorum ben. Peki sizce, fotoğrafını çekmemiz gereken anlar umursamazlığın bıraktığı izler mi olmalı yoksa pervasızlığın hatıraları mı?
26 Mayıs 2019 Pazar
16 Mayıs 2019 Perşembe
Eve Dönüş
Uzun zamandır uğramıyordum buralara. Kelimelerin üstünü örtmeden çıkmışım. Her birinin üstü tozlanmış, üflemek gerektiğini hatırladım. Hem zaten insan mutlu olduğunu bildiği yere eninde sonunda döner diyorlar. Bu mutluluk kelimesinin öyle olur olmaz kullanılmasına da katılıyor muyum bilmiyorum. Şartlar daha farklı olsaydı belki. Çünkü bir kere benim için mutluluğun tanımı güvende olmakla eş değer. Belki de şu dünya üstünde kendimi en korunaklı hissettiğim yer burasıdır ve işler tersine dönmeye başlayınca ben de burayı hatırlamışımdır. Bir tehlike anında dışarıdaysanız hemen evinize doğru koşup sığınmak istersiniz ya, bu da işte aynı duygu olmasa da bir başka çeşidi. Yani buraya tekrar dönmüş olmam yan sanayi bir liman bulma isteği sanırım.
Hayatta herkes hep A noktasından B noktasına gitmek isterken gayet istekli ve cesurken, kimse kolay kolay B noktasından A noktasına dönmeyi istemiyor. Çünkü bunun istenmeyen bir sürü anlamı var: yenilgi, özgüven kırılması, geçmişle yüzleşmek istememek... Ama bir düşünün ya A noktasındayken, B noktasında olduğundan daha mutlu olabilme ihtimalimiz hep saklıysa? Ya nehrin karşısında bu yakadakinden farklı bir şey yoksa? O zaman akla şu soru geliyor: geri dönmek gerçekten yenilgi mi? Bu noktada herkesin kendine göre bir fikri olsa da ben daha çok B noktasından feragat etme kısmında takılı kalıyorum. Bu iki nokta arasındaki yolu bir ip olarak düşünelim. Ya inceldiği yerden kopsun dediğiniz ip kaliteli değilse? Ağaç dalına hafifçe sürtünmeyle bile zedelenecekse? O zaman ipi mi suçlamak gerekir yoksa hala bu ipi kullanan kendimizi mi? Ya da bırakalım ya bütün bunları, illa birilerini ya da bir şeyleri suçlamak mı gerekir? İşte B noktasından vazgeçişi neyin başlatacağı da tam olarak burada bir sorun haline geliyor. İpi değiştirip yeni bir C noktasına mı varmaya çalışmamız gerek yoksa ipi son bir kez daha tamir edip başlangıca geri dönmemiz mi? Bana soracak olursanız yine de her şeyi başlatan şey B noktasından vazgeçiş. Çünkü bu vazgeçiş aynı zamanda bir kırılma ve hangi yolu seçeceğiniz bu kırılmada kaç parçaya ayrıldığınıza bağlı.
Burasıyla selamı sabahı farkında olmayarak kesmiş olsam da gidecek daha iyi bir yerim olmadığını geç de olsa anladım. Bu aynı, bir dostunuzla yıllarca konuşmasanız da bir gün tekrar oturup muhabbete başladığınızda birbirinizi gördüğünüz en son günden devam etmek gibi. Ya da B noktasına şöyle bir bakıp "aman burada bir şey yokmuş o kadar da" deyip A noktasına geri dönmek gibi. Evet, buraya döndüm çünkü siz ister A noktası deyin ister sıfır noktası deyin, ismi ne olursa olsun buradan tekrar başlamak, ne bileyim, sessizce sakinleştiriyor. Evet, buraya döndüm ama yenilgiyle değil çünkü kelimelerin ruhu, insana insandan daha iyi geliyor.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)