14 Haziran 2016 Salı

Berg

Yapraklar... Hayatımızın her yerinde onlarla karşılaşmak mümkün. Şöyle bir camdan bakınca bile gözlerimizin ilk buluştuğu şeylerden... Hatta hayatımıza öyle yer etmiş ki sıralı düz kağıt parçalarına yaprak demeye başlamışız. Takvim yaprağı gibi mesela. Ama benim için bu sıralı kağıt parçalarının oluşturduğu bütünlükte kitapların yeri tartışılmaz. Yıllarca bizlere okuyun dendi ama neyi, ne zaman ve hangi bakışla okuyacağımız hakkında en ufak bir ipucu bulamadım. Uzun arayışlarım oldu ve size hala net bir cevap veremem. Peki hiç mi bir şey öğrenmedim bu "uzun arayışlar"da? Elbette ki, benim de kendime göre çıkarımlarım oldu. Kendime göre diyorum, genellemeleri sevmem, en iyi arkadaşı peşin hükümdür ve böyle bir lüksüm hiç olmadı.

Benim gibi duygularını göstermekten imtina eden insanların en iyi arkadaşı olabilir kitaplar. Bir karaktere odaklanırım ve onunla beraber ben de oradan oraya sürüklenir giderim. Bazen düze çıkarız ki bu gerçekten çöküntü gibi yaşadığım zamanlarda en iyi psikologun 10 saatlik konuşmasına bedel olabilir. Düşünsenize okuduğunuz 1-2 satırla bazen koca hayatınızı sorgulayabiliyorsunuz. Bazen de böyle kocaman bir yumruk oturuyor boğazınıza. O an işte çok önemli. Yumruğun çözülmesine izin verip ağlamaya başlarsanız çaresizliğinizle başbaşasınız. Ha yok, yutkunup devam edebiliyorsanız da artık bazı şeyleri kabullenmiş oluyorsunuz. Yutkunurken canın yanmıyor mu diyenler de olacaktır, tabii ki acıyor ama her seferinde azalıyor. Zaten bu şekilde kabullenmeye alışıyorsunuz.

İnsanlar duvarlarla konuşmamak için yazıyı buldular bence. Karanlık gecelerde hangimiz duvarları izleyip içimizden kapanmamış hesaplarımızı kapatmak istemedik ki? Ama şu an kaçını hatırlıyoruz, hiçbirini. Oysaki bunları kağıtlara dökseydik en başta kendimizle yüzleşirdik. İşte bence yazarların da yaptığı şey bu aslında. Kendilerine arkadaşlar yaratıp tek tek bunlarla yüzleşmek. Bu yüzleşmede de bizi tanık ya da hakim olarak kullanmak. Peki biz buna layık mıyız? Bu noktadan emin olamıyorum bir türlü. Çünkü bazılarımız o kitabın sonuna gelmeden kapatıp bir köşeye koyuyor. Şu hayatta bence acının en saf hali yarım kalmışlıklarımızın bizde bıraktığı izler oluyor, bu yüzden hiçbir kitabı (3 istisna hariç) yarım bırakamadım. Eline ne geçti, mutluluğun sırrını mı buldun diye sorabilirsiniz. Buna cevabım hayır olacaktır. Ama her kitabın sonunda sadece anlık mutluluklar elde ediyorum, bu size bir süre nefes alacak alanı yaratan bir şey oluyor.

Bazen de kitaplardan kafamı kaldırıp etrafıma bakmak istiyorum. Sonuçta dışarıda dönen gerçek sandığımız bir düzen var. Gerçekliği bir yana dursun, bende bıraktığı etkiler cidden gerçeğe çok yakın şeyler oluyor. Mesela hesap sormak istiyorsunuz, kısmet olmuyor diyelim. Ya da içtenpazarlıkların içinde boğuluyorsunuz ama ispatlayamıyorsunuz. Bunun gibi şeyler. Bütün bunlar birikince artık umursamazlık iliklerinize kadar işliyor, bu sefer kendi alanınıza geri dönüp içeri kimseyi almadan kitaplarınızla başbaşa kalıyorsunuz. Bunun anlamı "ben hayatıma bu çizgiyle çevreledim, giremezsiniz" demek oluyor. Az konuşup, az gülüyorsunuz ama üzülmüyorsunuz da. Ne kar ne zarar.

Diyeceğim o ki, sadece bilgilenmek için değil de kendinizi bulmak için okuyun. Kitaplarda gün yüzüne çıkmayan içtenpazarlıklar, cezalandırılmamış suçlar ya da taçlandırılmamış mutluluklar yok. Sizce de bunlar hala içimizde umut beslememiz için sağlam sebepler değil mi?